20 Şubat 2020 Perşembe

Hakikat Bilgisi...
İlk bu sözü duyduğumda kulağıma anlamlı gelmişti; anlamını tam manasıyla kavrayamamış olsam da...

Sonra buna bir de hakikat bilgisinin tek olduğu ‘bilgisi’ eklendi. İçinde biraz da gizem taşıyan bilgi daha da gizemli hale geldi. 

Uzun zaman yerli yerine oturtmakta zorlandığım hakikat bilgisinin tek olduğu kavramı, birçok kaynaktan okuduklarımla, zihnimde bir çiçek gibi açıldı. 

Bilgi tek... Ve o bilgi farklı disiplinlerde farklı terminolojilerle ifade ediliyor olsa da vermek istediği mesaj TEK. 

Tüm dinlerde ‘isteyin verelim’ dense de, ne ne isteyeceğimizi bir türlü bilebildik uzun yıllar boyunca, ne de nasıl isteyeceğimizi bilebildik. 
Bundan birkaç on yıl önce THE SECRET / SIR kitabıyla tekrar istemeyi hatırladık. Hatırlamakla kalmayıp istemenin yollarını, istek listesi yapmayı da öğrendik. 

Aslında bu kitap yazılmadan çok çok önce Einstein kuantum fiziği ile, sonsuz seçenekler dünyasından seçim yapmanın formüllerini insanlığa sunmuştu. Ve SIR kitabıyla formüller günlük yaşantının içerisine uyarlanmış oldu. 

Sonrasında çoklu ve hatta sonsuz seçenek dünyasından istediğimize ulaşmak için niyet yapmayı öğrendik; yani bakışlarımızı istediğimiz şeye yöneltmeyi, zihnimizi, duygularımızı, bedenimizi ve ruhumuzu hizalamayı...
Sonra enerji çalışmaları, meditasyonlar, hayal panoları ile niyetimize hayat verecek enerjiyi büyütmeyi öğrendik. 

Din, fizik, felsefe, spiritüel alan hepsi istemek ve istediğine ulaşmak konusunda kendi terminolojisiyle aynı bilgiyi veriyordu. 

Ve istedik, istedik ve yine istedik... Hepsi de oldu...
Ve fakat bu iste olsun döneminin arkasından gelen bir başka dönem var ki tüm bildiğimizi sandığımız şeyler yerle bir oldu. 

Bu defa istedik, istedik... Ama olmadı... Neyi yanlış yaptığımızı bir türlü anlamadık...
Hatta bir süre sonra bir şey de isteyemez hale geldik. 

İstemenin gerisindeki blokajların dışında en önemli konunun ‘sorumluluk’ olduğunu düşünüyorum. 
İstediğinin olması, istediğin şey olmak beraberinde sahip olduğun ya da olduğun şeyin de sorumluluğunu beraberinde getiriyor. İnsan kendi süreci içerisinde bu sorumluluğun ne kadar ‘ağır’ olabileceğini öğreniyor. 
Sorumluluğu üstlenecek olgunlukta olanlar hakikat bilgisini kullanıyor; korkanlar yine başka bir hakikat bilgisi olan korktuğunun başına gelmesi durumunu yaşıyor. 

18 Ocak 2020 Cumartesi

6 YIL PEK ÇABUK GEÇMİŞ...

Tekrar merhaba,

Bundan 7 yıl önce, Bugün Ne Farkettin isimli blogu açma sebebim zihnimde yaptığım konuşmaları, düşüncelerimi, farkettiklerimi yazıya dökmekti. Böylece hem paylaşımda bulunacaktım hem de zihnimi sessizleştirecektim. Paylaşacaklar bitmediğine, fark edilenler devam ettiğine göre neden 6 yıl neden ara verdim bilemedim.

6 yıl pek çabuk geçmiş...
Yine yazmaya devam...

Umarım yazacaklarım ilginizi çeker ve bir şekilde size ilham olur...

Sevgilerimle
Kezban Bektaş

25 Nisan 2014 Cuma

BU DA BİR ŞEY Mİ?

Aslolanın duygular olduğunu, ilk kez o gün fark ediyordu. Kendisini anlatırken oldukça duygusal  olduğundan sıkça bahsederdi. Dokunaklı bir film seyrettiğinde ağlar, çaresiz birini gördüğünde içi burkulur, çocuklarla çocuk olduğunda, gerçekten bir çocuk gibi eğlenirdi. Duygularının önemli olduğunu biliyordu. Ama biriyle tamamen aynı şeyleri hissedebileceğini, hem de birbirinden bağımsız olaylarda, işte bunu asla düşünemezdi.
Yakın bir arkadaşı babasını kaybetmişti. Taziyeye gittiğinde çocukluk anılarından, eski günlerden, babasının vefat sebebinden konuştular. Bir an bir sessizlik oldu... Arkadaşı, babasının kaybıyla birlikte hissettiklerini anlatmaya başladı. Gözlerini yerdeki halının motiflerine kitlemiş, avuçları kucağında bomboş kalmış, omuzları ağır bir yükü artık taşıyamayacakmış gibi çökmüştü. "Bu dünyada yapayalnız kalmış gibi hissediyorum. Doğduğum andan beri beni seven, koruyan, yol gösteren, yüzünün her bir noktasını, kokusunu ezbere bildiğim canımı bir daha göremeyecek olmak beni çok korkutuyor.  Evet artık büyüdüm ama çocuk yanım soruyor 'Ben kime sarılacağım, kim beni babam gibi koruyacak?' Arkadaşı konuştukça, onun da içinde aynı duygular harekete geçti.
 Anne ve babası, çok şükür hayatta olmalarına rağmen anlattıkları o kadar tanıdık geliyordu ki... Sanki kendi yaşamış olduğu bir duyguyu anlatıyordu. Ve saniyeler içinde bir anısı gözünde canlandı: Beş altı yaşlarında olmalıydı, anne ve babasıyla lunaparka gitmişti. Kimi çocuklar neşeyle atlıkarıncaya biniyor kimi de sabırsızca sırasının gelmesini bekliyordu. Sırası gelmiş olmasına rağmen atlıkarıncaya binmek istememiş ve ağlamaya başlamıştı. Neden ağladığını ailesine anlatamamıştı... Oysa şimdi arkadaşının anlattıkları, tam da o gün hissettiklerinin tıpa tıp aynısıydı. Ya atlıkarınca başladığı noktaya geldiğinde ailesini göremezse ve kocaman lunaparkta yapayalnız kalırsa... Ya annesinin kokusunu bir daha duyamaz ya babasının güven veren yüzünü bir daha göremezse... Onu kim korur, ona kim sarılırdı? 
Bir yanda atlıkarıncaya binmek istemeyen bir çocuk, diğer yanda babasını kaybetmiş bir yetişkin...
Biri son derece sıradan bir olay, diğeri bir insanın hayatındaki en önemli yaşanmışlık... Ama tuhaftır ki hisler tamamen aynı...
Hani bazen biri kendisi için çok önemli bir olayı anlatırken başka biri çıkar ve derki ' O da bir şey mi? Sen benim yaşadığımı bir dinle'. O an anlamıştı bu tarz bir söylemin hiç doğru olmadığını.
Arkadaşını ziyarete gelirken hissettiği hüzne şaşkınlık eşlik ediyordu. Ve kendi kendine şöyle bir söz verdi: Bundan sonra olayların basit veya karmaşık olmasıyla değil insanlara ve bana neler hissettirdiğiyle ilgileneceğim.

SEVGİYLE
KEZBAN BEKTAŞ

31 Mart 2014 Pazartesi

KÜÇÜK OMUZLARA BÜYÜK YÜKLER

Bazen, büyükler, küçücük çocukların omuzlarına ne kadar büyük yükler verirler. Günlük dertlerinin, sıkıntılarının arasında, ileride açacağı yaraları, tekrarlanacak hayat döngülerini hesaba katamazlar.
X de küçücük omuzlarında büyük yükler taşıdığı bir çocukluk yaşamış. Baştan başlayalım...
Altı çocuklu, varlıklı sayılabilecek bir ailenin en büyük kızıdır X. Büyük dediğime bakmayın, oniki yaşındadır. Onikinci yaşına girdiği sene, beklenmedik bir şekilde babasını kaybedince, tüm hayatı birdenbire altüst olur. Hiç çalışmamış olan annesi sahip olduklarını bir bir elinden çıkartır. Sonunda babasından kalan ufak maaşla geçinmek durumunda kalırlar. O günün koşullarında ya da bilemediğim başka bir gerekçeyle, kendisi çalışmak yerine çocuklarının çalışmasını tercih etmiş. Söz konusu olan çocuklar oniki yaş ve altındaki çocuklar... Hem okumuşlar hem de çalışmışlar. Bazen okul sonrası pamuk toplamışlar bazen karpuz... Kazandıkları paraları hep annelerine teslim etmişler. (Burada amacım anneyi yargılamak değil. İleride oluşan kalıbı anlayabilmek için X'in hikayesini anlattım; onun izniyle!)  X kazandığı paranın çok az bir kısmını saklar, annesine vermez, biriktirir, kendine istediği bir kumaşı, ayakkabıyı veya kitabı alırmış. Hep olay anlattım değil mi? Peki X neler hissedermiş?
Suçluluk; annesine vereceği paradan kendine ayırdığı için (belki de çalıyormuş hissine kapılıyordu).
Sürekli ikilemde kalmak; dersini yapıp 'adam' olmakla, parasını kazanıp 'özgür olmak' arasında.
Korku; annesinin istediği gibi olamazsa sevilmeyeceğini sandığı için.
Değersizlik; okuduğu, çalıştığı, kazandığı halde annesinden bir kez olsun takdir alamadığı, bir kez olsun başı okşanmadığı için.
Şimdi altmış yaşlarında, iyi eğitimli, kendi parasını kendi kazanan, dışarıdan bakıldığında çok güçlü gözüken bir kadın...
Peki ya gerçek... Gerçek böyle mi?  Hayat döngüsü nasıl?
Aynen çocukluğunda olduğu gibi parayı kazanan o, ama kendisi için kazandığı paradan çok az miktarını kendine kullanıyor. Hep çalıyormuş hissine kapılıyor.
Hep ikilem içinde... Hayat onu para kazanmak ve özgür olmak arasında bırakıyor. Kendi ülkesinde
yaşamıyor... Dolayısıyla para kazanıyor olmasına rağmen, vatan hasreti çektiği için 'tam açık cezaevinde'  gibi hissediyor.
Korku objesi annesi yerine bu defa eşi. Ve hala kendi değerinin farkında değil, çünkü beklediği takdiri şu ana kadar veren olmamış.
Peki, bundan sonra ne olacak? Nasıl aşacak tüm bunları?
Hayat hikayesini anlatmaya başladığında, çocukluğu ve bugünkü hayatının benzerliklerinin farkına vardı. Ağladı... Şaşırdı... Üzüldü... Geçen zaman için pişmanlık duydu... Ağlayan altmış yaşındaki X değildi. Ağlayan oniki yaşındaki X'di.
Uzunca bir süre kendi sessizliğinde kaldı; gözyaşlarını silerken artık gerçekten büyümeyi seçtiğini yüz ifadesinden, dikleşen omuzlarından, dudağının kenarındaki buruk gülümsemeden anlamak mümkündü.
KEZBAN BEKTAŞ
SEVGİYLE


27 Mart 2014 Perşembe

ÇÖZÜM İSTEDİĞİMİ KİM SÖYLEDİ?

O gün pırıl pırıl bir bahar sabahına uyanmıştım; heyecanlıydım... Uzun süredir görmediğim bir okul arkadaşımla buluşacaktım. Günlük işlerimi  bitirip giyindim ve hızlıca evden çıktım. Buluşacağımız yere onbeş dakika önce gelmiştim. Tam o anda telefonum çaldı ve arkadaşım yarım saat geçikeceğini söyledi. 'Sorun değil' dedikten sonra hemen kendime bir çay söyledim ve çantamdan kitabımı çıkardım. Güneşin, çayın, kuş seslerinin ve kitabımın keyfini çıkarmaya hazırlandım. Tanıdık var mı diye etrafıma bakındım. Yok... Ama sabah kahvesini içmeye gelmiş, yaşı oldukça ileri bir çift, yürüyüşten dönmüş bir grup ve son derece bakımlı dört kadın kafenin bahçesine dağılmışlardı.
Tam kitabımdan bir sayfa okumuştum ki ' Depresyona girmeme az kaldı. Kızlar yardım edin. Fikirlerinize ihtiyacım var'  diye bağıran bir kadın,  koşar adımlarla bahçeden içeri girdi. Kendini boş bir çuval gibi sandalyeye bıraktı. Arkadaşlarının aksine, oldukça bakımsız görünüyordu. Üstü başı, saçları sanki depresyona az kaldığının habercisi gibiydi... Sıkıntısını o kadar yüksek sesle anlatıyordu ki kitabıma odaklanmam iyice güçsüzleşmişti. Ve sonunda başladım konuşulanları dinlemeye...
Hiç soluk almadan, sesinin tonunu hiç alçaltmadan anlattı, anlattı... Bir an sustu ve 'Eee ne düşünüyorsunuz? Fikriniz nedir? ' diye sordu. Arkadaşlarının hepsi teker teker, kendi yaşanmışlıklarının penceresinden farklı bir yaklaşım sundular.
Biri mantığın sesi oldu; güzel bir analiz yaptı, kar zarar tablosuyla bir öneri sundu. Ama genç kadın 'Beni anlamıyorsun...' diyerek itirazda bulundu.
Diğeri bir anne edasıyla yapması gerekenleri tek tek sıraladı. Söyledikleri ağır nasihatlerdi ve aldığı tepki de ağır oldu: Söylemesi kolay, başına gelmeden anlayamazsın...
İçlerinde en çocuksu gözükeni, bir anda, belki de ortalığı yumuşatmak için 'Kızım boş ver, hayat güzel keyfine bak. Birazcık tuttur, inat et, şımar, bak istediğini nasıl alıyorsun' dedi. Ama genç kadın monoloğunu usanmadan tekrarladı.
Bu defa tüm grup sessizce  köşesinde oturan, sakin ifadeli kadına döndü. Sanki 'Hadi sıra sende' der gibi bakıyorlardı. Kadın, sakin ifadesini koruyarak arkadaşına doğru eğildi. Gözlerinin içine bakarak' Önce bir sakinleş ve kendi iç sesini dinle. Ne hissediyorsun? Tüm söylenenleri bir kenara bırak ve
hislerinin sana ne söylediğine odaklan' dedi.
Beş kadın da bir an durdular, her biri belli ki kendi içine döndü. 1-2 dakikalık bir sessizlik yaşandı. Sonra  genç kadın yine kırık plağına geri döndü.
İçimden 'Nasıl bir çözüm istiyorsun?' diye  sormak geçti. Anladığım kadarıyla istediği çözüm değildi. Öyle olsaydı arkadaşlarının hepsi farklı bir pencereden bakmayı teklif etmişlerdi. Tüm bu seçenekleri, 'ama' diyerek elinin tersiyle silip atmıştı. O zaman geriye kalan onay beklentisiydi. Yani 'Evet, çok haklısın. Senin yerinde biz olsak çoktan depresyondaydık' denmesiydi.
Zaten içini döktükten sonra önerileri dikkate alacağına dair hiçbir işaret vermeden oradan ayrıldı.
Bir sorunu çözmek yerine, kendi bakış açımıza inatla tutunup, kendimize yandaş arama işini sıklıkla yaptığımızı fark ettiğimde, sevgili arkadaşımın bana 'Merhaba' diyen tanıdık sesini duydum. Aklımdan  şimşek hızıyla geçen düşünce, bugün onun söyleyeceklerini başka bir farkındalıkla dinlemek ve  sunduğu yeni bakış açısını sevgiyle kabul etmek oldu; o gün için aradığım bir çözüm olmasa da ...

KEZBAN BEKTAŞ
SEVGİYLE

10 Mart 2014 Pazartesi

HEDİYE, NİYET, YARGI, DUA VS...

Bir süre önce, hayatı ve verdiği hediyeleri anlamaya ve etrafındakilerle paylaşmaya niyet etmişti. Her gün yaşadığı olayları, karşılaştığı insanları an'lamak için tüm dikkatini olaylara, insanlara ve bunların kendisine neler hissettirdiğine odaklanmayı seçmişti. Bunu sağlıklı bir biçimde yapabilmenin birinci şartının yargılamaktan vazgeçmek olduğunu biliyordu. Buna rağmen, eskinin alışkanlığı, olanca cazibesini kullanarak kendisini kandırmaya çalışıyordu. Yargılamanın, ne kendisine ne de yargıladığı kişiye gram faydası olmadığını biliyordu. Ancak kendisinden çok şey alıp götürdüğünün farkındaydı. Zaman zaman bunu deneyimliyordu da... Tümüyle hayatından çıkarabilmek için, bir sporcu gibi antrenman yapmaya karar verdi ve gün içerisinde belirli zaman dilimlerinde yargılama yapmamaya kendine söz verdi.
Yine böyle bir zaman dilimi içerisindeyken, alışveriş için dışarı çıkmıştı. Elinde oldukça ağır
paketlerle, yavaş yavaş  evine doğru yürüyordu. Cadde oldukça  kalabalıktı... Buna rağmen, nasıl olduğunu anlamadan, mendil satarak dilenen bir adamla, kaldırımda  tek başına kaldı.
Aslında yolun başındayken adamı uzaktan görmüştü. Adam, yoldan geçen lüks bir arabaya mendil satmaya çalışmış ve uzaktan anlaşıldığı  kadarıyla, arabadakiler tarafından terslenmişti. Adam söylenerek kaldırımda ilerlerken, bir anda o ve eli kolu dolu olan kadın kaldırımda yalnız kalmışlardı.   Adam , kadının gözlerine bakarak 'Allah tüm varlığını alsın, onbinlere versin ' dedi. Gözlerinde nefret, sesinde kızgınlık vardı.
Kadın tepki vermek için bir  an durdu... Tam o da kızgınlıkla bir şeyler söyleyecekken kendisine verdiği söz aklına geldi. YARGI YOK...
Sessizce yürümeye devam etti... Yaşadığı şeyi an'lamak için tekrar tekrar adamın sözlerini düşündü, içinden tekrar etti. Adamın kızgınlığı ve nefreti kendisiyle ve yaşadıklarıyla ilgiliydi; kadını ilgilendirmiyordu. Ama tüm kalabalığa rağmen, bu cümleyi duymak neden ona denk gelmişti. Kadın, sadece kelimelere odaklandı. Adamı, ses tonunu, duyguları ve dolayısıyla yargılamaya sebep olacak her şeyi cümleden soyutladı. Geriye kalan oldukça şaşırtıcıydı...
Evet, hayatı an'lamaya ve paylaşmaya niyet etmiş bir insana bundan güzel bir dua edilemezdi:
Varlığını onbinlerle paylaşmak...
Kadın yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle arkasını döndü 'Duanı aldım ve kabul ettim ' dedi; ama adam çoktan gözden kaybolmuştu...
Yüzündeki gülümseme gittikçe genişledi ve yargıları kaldırdığı zamanları çoğaltmaya kesinlikle karar verdi.

SEVGİYLE
KEZBAN BEKTAŞ



23 Şubat 2014 Pazar

KEDİ, AĞAÇ VE ADAM

Evrene bir soru sorulduğunda, yanıt hemen ve kolaylıkla geliyor. Yanıtı almaya hazır olmadığımız, görmeye istekli olmadığımız, cevabı yorumlayamadığımız ya da sorunumuz hala bize hizmet ettiği anlarda, gelen cevabı fark etmiyoruz. Hazır, istekli, yeterli ve kendimizi güvende hissediyorsak cevap daima var.
Uzun süredir beni düşündüren bir durum yaşıyordum,daha doğrusu bir cevap arıyordum. Bir dostumla bu konu hakkında sohbet ederken, bir süreliğine, oturduğumuz masada yalnız kaldım. Keyifle çayımdan bir yudum aldım ve gözlerimi dışarıdaki manzaraya çevirdim. Soğuk esen rüzgarda, paltolarının yakalarını kaldırmış insanlar, hızla vapura yetişmeye çalışırken, simitçi simitlerini bitirme çabasıyla ' sıcak simiittt' diye bağırıyordu. Öğrenciler, gençler neşeyle şakalaşarak, gruplar halinda etraftaki kafelere giriyorlardı.
Mevsimin etkisiyle yapraklarını tamamen dökmüş olan ağaçalar serçelere evsahipliği yapıyorlardı. Serçelerin arasında, oldukça yüksekte, bir de davetsiz misafir vardı... Yavru sayılabilecek küçüklükte tekir bir kedi...
Yolun tüm kalabalığına rağmen, kedi, tırmanmış olduğu ağaç ve orta yaşın üzerindeki bir adam benim odağım oldu. Ve seyretmeye başladım...
Adam ağaçtaki kediyi aşağıya indirmeye çalışıyordu. Oysa ki kedinin korkmuş, ağaçta kalmış da inmek  istiyormuş gibi bir görüntüsü yoktu. Belki oyun oynuyordu, belki de serçeler için ağaca çıkmıştı; kim bilir... Adam yerden aldığı ufak taşları  kediye doğru atıyor, kedi her seferinde bir dal daha yukarı çıkıyordu. Adamın yüzündeki ifadeden, kediye 'yardım' a kararlı olduğu görülüyordu. Taşlardan sonuç alamayınca , bu defa 'pisi pisi' diye çağırmayı denedi, o da olmayınca ikinci hamleye geçti; çok da kalın olmayan ağacın gövdesine sarıldı ve ağacı sallamaya başladı. Ama nafile, bu sefer de kedi, tırnaklarını bulunduğu dala geçirdi. Kedi, artık korkmuş ve hırçınlaşmaya başlamıştı. Adam bir iki deneme daha yaptı ve elini 'ne halin varsa gör' şeklinde sallayıp oradan uzaklaştı. Kedi, kurtarıcısı uzaklaşınca, dalda serçelerle biraz daha vakit geçirdikten sonra, kendiliğinden, çabuk ve tecrübeli hareketlerle aşağı indi.
Yolun onca hareketliliği arasında bu sahnenin benim ilgimi çekmesi acaba sorumun cevabı olabilir miydi? Bir an bunu düşünürken içimi bir sıcaklık sardı ...Evet aynen öyle!...Cevap buydu...
Yaşamda da aynısı olmuyor mu? Yardım talebinde bulunmayan birisine (bu çok yakınımız da olabilir ya da herhangibiri) onun ihtiyacı olduğunu düşündüğümüz bir konuda yardıma kalkışıyoruz. Yani varsayımlar üzerinden  çaba sarfediyoruz, kendimizce emek veriyoruz  ... Onu kurtarmaya kesin karar veriyoruz. Sonuç alamayınca da başlıyoruz 'iyilik yaramıyor' , ' ne halin varsa gör' demeye...  Belki de içimizde kırıklık yaşıyoruz. Ayrıca sonuç  alamadığımız gibi onun gelişiminin de önünü tıkıyoruz.
Bu gördüğüm sahne, aklımdaki sorumun cevabıydı. Belki de sizin aklınızdaki sorunun cevabı...
Yeter ki soruyu soralım, cevap daima var...

SEVGİYLE